Edip Başer’in bir anısının düşündürdükleri...

Kuvvet komutanıyken ordu komutanlığına atanması ve sonrasında genelkurmay başkanlığına kadar yükselmesi beklendiği sırada, sürpriz bir manevrayla, emekli edilen Org. Edip Başer’in anıları ‘Kanatsız Uçmak’ adıyla yayınlandı.

Yetim ve öksüz Gürünlü bir çocuğun asker olarak yaşadıklarını tatlı tatlı anlatıyor Edip Paşa...

Dün sabah, bizim evdeki kahvaltı masasında, Edip Başer’in kitabında yer alan bir anekdot üzerine misafirlerimiz arasında ilginç konuşmalar geçti.

Anekdot şu: Edip Başer’in amcası imammış; yakın akrabalarının hepsi de dindar insanlarmış...  Kuleli Askeri Lisesi’nde de okurken kendisi de muntazaman namazlarını kılıyor, orucunu tutuyormuş... Sabahları namaz için lisenin yakınındaki camiye gidermiş...

Bir gün etüt saatinde bir devre arkadaşı “Bana da namaz kılmayı öğretir misin?” diye yanına yaklaşmış... Kısa bir dersin ardından ertesi günden itibaren sabah namazını birlikte kılmaya başlamışlar.

Olay Ramazan ayında geçiyor. Ramazan’ın ilk günlerinde namaza başlayan arkadaşı ayın sonuna doğru çarşı izninden dönünce kendisine hoca seçtiği Edip Başer’in yayına gelmiş. Meğer gündüz Beylerbeyi Camii’ne gitmiş ve vaaz dinlemişmiş... Vaaz eden hocanın Atatürk hakkında söyledikleri gence feleğini şaşırtmış...

Gerisini kitaptan aktarayım:

“Hocanın sözlerine göre Atamız öylesine günahkâr biri imiş ki, ölürken çok büyük ıstıraplar içinde kıvranıyormuş. Daha da devam edecekti, sözünü kestim. ‘Bu anlatılanlara inandın mı yoksa?’ dedim. ‘Vallahi hoca öyle bir anlatıyordu ki, inanamamak mümkün değildi.

Arkadaşının camide anlatılanlara inanmış olması Edip Başer’i çok yaralamış... İftara daha zaman olmasına rağmen musluğun başına gidip orucunu bozmuş. Muntazam namaz kılmayı da o gün terk etmiş...


Etrafıma baktım, anlatılana inanamazlık belirtileri gördüm yüzlerde... Deşince, çoğunun, olayın geçtiği dönemde ve şimdi bile, Beylerbeyi Camii gibi bir mekânda, bir vâizin, uluorta Atatürk aleyhinde vaaz verebileceğine inanmadığını anladım.

Sofradakilerden biri, “Kısa süre önce tanıştığı birinin kulaktan dolma aktardığı bir vaaz yüzünden din ile ilişkisini kestiğini söylüyor; bu olacak şey değil” dedi. Ona göre, anı kitaplarında bazı kaydırmalar yapılması doğalmış... “Dinadamı yakınlarından birinin bizzat kendisine söylediği Atatürk’le ilgili hoş olmayan sözler, eğer sürekli tekrarlandıysa, bir askeri lise öğrencisinde tahmin edilemeyecek tepkilere yol açmış olabilir. Bence ‘bir arkadaş’ dediği ailesi fertlerinden biridir” diye tahminde bulundu.

Düşününce bunun kulağa makul gelen bir açıklama olduğunu fark ettim...

“Olabilir, ama benim daha değişik bir tahminim var” dedi bir başkası... Ona göre, namazını düzgün kılan, orucunu kaçırmayan Edip Başer bir operasyona maruz kalmış olabilir. Masaya şunları söyledi: “Başına öyle birini bu sonucu almak üzere özellikle musallat etmişlerdir. Önceleri onunla namaza başlama girişimi yapan biri, bir süre sonra Atatürk hakkında ters gelebilecek sözleri bir dinadamına mal ederek aktarınca karşısındakinden ne tepki alacağını hesaplamıştır. Keşke fırsat bulsan da, Edip Başer’e kendisiyle eş-zamanlı buna benzer olaylar yaşamış başka sınıf arkadaşı olup olmadığını sorsan...”


Kendisini dinden soğutan arkadaşının liseyi bitirdikten sonra bir fakülteye gidip öğretmen olduğunu kayda geçiriyor kitabında Edip Başer...

Nabi Avcı: Bir erken değerlendirme

Önce bir anekdot aktarmama izin verin:

Yakın dönem milli eğitim bakanlarından biri, göreve geldikten kısa süre sonra, benimle bir yemekte buluşmayı arzu etmişti. Bir akşam İstinye Park’taki Borsa Restoran’da buluştuk. Hoş-beş sonrası, yeni geldiği görevde başarılı olmak istediğini söyledi. Çok arzulu görünüyordu. Benden beklediği, bu yolda tavsiyelerimdi.

Kendisine şunları söylediğimi dün gibi hatırlıyorum: Sizden önce o makamdan onlarca bakan geldi geçti; ama ‘milli eğitim bakanı’ denildiğinde benim zihnimde canlanan sadece üç isim var: Hasan Âli Yücel, Tevfik İleri ve Vehbi Dinçerler...

Hasan Âli Yücel tek parti döneminin bakanıydı. Bakanlığı sırasında Türk Ansiklopedisi ve İslam Ansiklopedisi gibi dev eserler yanında ‘Dünya Klasikleri’ genel başlığı altında özenli tercümelerle dilimize kazandırılan çok sayıda kitap yayınladı MEB... Bir de ‘Tercüme Bürosu’ kurmuş ve dilimizin usta yazarlarını orada görevlendirmişti.

Tevfik İleri Demokrat Parti döneminin bir bölümünde milli eğitim bakanlığı yaptı ve zihinlerde İmam Hatip liselerinin bânisi olarak yer etti.

Vehbi Dinçerler’i uzun uzadıya anlatmaya gerek yok: Zamanında ortaokul ve liselerde okutulan bütün ders kitaplarını muhafazakâr hassasiyetler gözetilerek yeniden yazdıran ANAP bakanıdır... Ayrıca alkollü içkilerin reklâmının yasaklanmasında da katkısı olduğu bilinir.

Bu üç bakan dışındaki diğerleri milli eğitim bakanlığına geldiler ve toplumda iz bırakmadan gittiler...

İçlerinden Hasan Âli Yücel’e özenerek dünya klasiklerinin yeni baskılarını yaptıranlar, Tevfik İleri’ye özenerek İmam Hatip liseleriyle yakından ilgilenenler, Vehbi Dinçerler’in bıraktığı yerden alıp müfredatla uğraşanlar çıktı çıkmasına; ama taklitleri kimse hatırlamaz...

Tavsiye bekleyen bakana, içinden geçtiğimiz dönemle ilgili bir uğraş alanı bulması ve o alanda farklı bir şeyler yapmayı denemesi aklını verdim. Örnek isteyince de, “Türkiye artık mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir turist destinasyonu oldu ve her yıl sayıları geometrik artan turistlere hizmette zorlanılıyor... Özellikle sahil kentleri ve kasabalarında çok sayıda eleman yetiştirecek okul açar, bunların müfredatını da çocuklara günlük konuşmalarda ve işlerinde idare edebilecekleri kadar birkaç dil öğretecek biçimde düzenleyebilirseniz ülkeye büyük hizmet edersiniz. Bu ülke kendisine bir biçimde hizmet edenleri unutmaz” demiştim.

Fazla uzun sürmedi o bakanın görevi...

Şimdi bu olayı hatırlamamın sebebi, yeni bakan Nabi Avcı’nın icraatlarının gazetelere yansıyış biçimi...

Nabi Avcı’yı tanırım; hem de iyi tanırım. Öğrencilik günlerinden beri. Geçmişte çok yakınlığımız ve mesai birlikteliğimiz oldu. Profesördür, ama o unvanın ifade ettiğinden çok daha ileri derecede entelektüel bir insandır. Okur ve tahlil gücü fazladır. Çocukları sever ve kendisi de Türkiye ortalamsının üstünde çocuk sahibidir.

Medyaya yansıyan bugünkü görüntüsünün kesinlikle Nabi Avcı’nın üzerine oturmadığını, yanlış bir görüntü olduğunu düşünüyorum.

Eğitim alanında yapılanların ne kadarı kendisinin, ne kadarı devlet ve parti büyüklerinin tercihidir bilmek zor. Ancak telkinlere açık olsa da, yaptıklarına kendi mührünü vuracak pratik zekâya fazlasıyla sahiptir. Galiba hakkında yazılan-çizilenlere kulak asmıyor, önemsemiyor. Oysa tipik politikacı davranışlarına yüz vermesi gerekmeyecek kadar kendi aydın kimliğini ve bayağı geniş bir çevrenin hakkında ne düşündüğünü önemser.

Daha doğrusu benim kendisini tanıdığım dönemlerde önemserdi.

Politikanın böyle de bir zaafı var: İçinde yer alanlar günü birlik düşünüyor... Oysa Nabi Avcı isimlerini yukarıda andığım seleflerinden daha fazla zihinlerde kalabilecek bir milli eğitim bakanı olma potansiyeline sahip.


Galiba esas değerlendirme bakanlar koltuklarını terk ettikleri zaman yapılan değerlendirme...

Banka batırma operasyonu -- romanlarda böyle oluyor...

Son zamanlarda en dikkatle okuduğum haberler Bank Asya ile ilgili olanlar...

Çok uzun yıllar önce ‘Asya Finans’ adıyla kurulduğunda açılış törenine katılmıştım (24 Ekim 1996). Dönemin başbakanı Tansu Çiller yapmıştı açılışını; sonradan cumhurbaşkanlığına kadar yükselmiş iki önemli isim de pek çok siyasetçiyle birlikte açılışta yer almıştı.

Önemli bir olaydı Bank Asya’nın açılışı...

Bir İslâmi cemaatin banka sahibi olmak istemesini fazla anlamlı bulmadığımı, Cemaat’in böyle bir çıkış yapmasının, ardından gelen 28 Şubat (1997) sürecine katkıda bulunduğunu düşündüğümü de hatırlar gibiyim.

Nitekim, karargâhtaki hisleri sütununa taşıyan bir meslektaş bu endişemi destekler bir şeyler de yazmıştı o günlerde...

Masaya oturur oturmaz ilk göz gezdirdiğim kaynakta Bank Asya (BA) hisselerinin tavan yaptığı haberiyle karşılaştım. Bir açılıp bir kapanıyor borsadaki işlemleri BA’nın; o gün hisseleri 0.72 TL’den açılmış, kısa sürede 0.80 TL’ye yükselmiş... Haberde bunun günlük 5.26’lık bir kazanç olduğu ayrıntısı da var.
 
Okuduğum yabancı bir romanı aklıma getirdi bu haber. Yanılıyor olabilirim, ama finans dünyasıyla siyasetin kesiştiği alanda yaşananları romanlaştıran galiba İsviçreli bir yazarın eseriydi. Bundan sonra yazacaklarım o romandan aklımda kalanlar; lütfen gerçek hayatla doğrudan bir irtibat kurulmasın.

Romanda hayali bir ülkedeki bir bankayla o ülkenin siyasette ağırlıklı kadrosu arasında yaşananlar anlatılıyor... Varlıklarına tehdit gördükleri bir grubun bankasıydı söz konusu olan ve iktidarla irtibatlı kadro onu yok etmeyi kafaya koyuyordu.

Bankayı bitirmek kolaydı; çünkü onunla ilgili olumsuz haberleri büyüterek verecek basın gücüne de sahipti o kadro... Bankanın batmak üzere olduğuna dair fısıltıyla yayılacak haberler bile yeterliydi bankayı batırmak için, ama gazeteler de hazır bekliyordu aynı haberleri büyüterek vermek için...

Ancak kadronun tek derdi banka değildi; kendilerine rakip saydıkları bankanın arkasındaki grubun üyelerini şahsen de iflas ettirmek istiyorlardı. Bankanın ardındaki grup üyelerinin sayısı fazla değildi; ama herbiri bankanın batma noktasına gelmemesini sağlayacak şahsi servete sahiptiler...

Kadro şöyle bir plan yaptı: Önce yalan-yanlış fısıltılarla bankanın zor durumda olduğunu etrafa yaydılar; gazeteleri işin içine karıştırmadan... Dedikodu kulağına ulaşan mudiler hesaplarını kapatıp başka bankalara gittikçe, bankanın arkasındaki grubun üyeleri, rasyo düşmesin diye, varlıklarını nakde çevirip bankaya koymaya başladılar. “Bankaya el konulabilir” haberleri yayıldıkça grubun nakde dönüşme işlemi de hızlandı. Grubun üyeleri son kuruşlarına kadar bankalarına destek çıktılar...

Gazeteler devreye bundan sonra girdi: Çok sayıda mudinin hesabını kapattığı, bankada hissesi bulunan bir grubun ellerinde avuçlarında ne varsa bankaya yatırıp onu ayakta tutmaya çabaladıkları doğru haberlerini birbiri ardına manşetten vermeye başladı gazeteler... İşte doğru olduğu anlaşılan bu haberler üzerine, gerçek mudilerin hepsi, küçük tasarruf sahiplerine kadar, bankayı derhal terk etti.

Tabii bu yüzden rasyo kabul edilebilir oranın altına düşünce de, bankalardan sorumlu devlet kurumu, kimsenin itiraz edemeyeceği gerekçelerle bankaya el koydu.

Sonucu herhalde merak etmiyorsunuzdur: Sadece banka batmadı, bankayı batmaktan kurtarmak için çaba gösteren grubun bütün üyeleri de şahsen iflas etti...

İktidarla irtibatlı kadro böylece en büyük rakibinden kurtulmuş oldu.


En başta uyardığım için bir daha hatırlatmam gerekmez, ama ben yine de uyarımı tekrarlayayım: Bu anlattığım banka batırma olayı bir romanda geçiyor; yani bütünüyle hayalidir... Gerçek dünyada olaylar herhalde böyle yaşanmıyordur.

Bugün Edward Said ile Neşet Ertaş'ın ölüm yıldönümleri

Edward Said 11 yıl önce bugün vefat etmişti; Neşet Ertaş da 2 yıl önce...










Biri zihin dünyamıza 'Oryantalizm' konusunu, siyaset dünyamıza Filistin mağduriyetini silinmez izler bırakarak sokmuştu...






Diğeri de her zaman dilimizde olacak o dehşetengiz türkülerini hediye etmişti.



İkisini de minnetle anıyorum.

Ne dersiniz, yeni çıkan iPhone 6 veya iPhone 6 Plus alayım mı?



Ne dersiniz, yeni çıkan iPhone 6 veya iPhone 6 Plus alayım mı?

Apple yine yaptı yapacağını... Adamlar yalnız teknolojide ileri değiller, pazarlama konusunda da dâhi sayılabilirler...

Yeni çıkan iPhone 6 ile iPhone Plus aslında Samsung’un iki ayrı modelinin benzeri; daha önce “Ama bizimkine tek elle kumanda ediliyor” diye öğünürken Apple, sonunda iki elli canavarları kendisi de çıkarmış oldu.

Eh, kullandığımız iPhone 5S’ler de hız ve diğer özellikler bakımından rahatsız edici değildi. Bu durumda yeni modellerin tanıtımı için ‘hayal kırıcı’ demeli ve büyük bir satış fiyaskosu beklemeliydik, değil mi?

Hayır, öyle olmadı. Tanıtımın üzerinden henüz bir hafta geçmişken, 4 milyondan fazla sipariş yağdığı için, alınan ön-siparişlerin birazcık da olsa gecikebileceğini açıkladı Cupernico...

İşte buna ‘pazarlama dehası’ denilir...

Merak etmeyin, Apple’ın Türkiye’deki mağazaları bu ay bitmeden yeni modelleri müşterilere sunacakmış...

Bence, elinde sokağa atacak kadar parası olmayan iPhone kullanıcıları fazla acele etmeseler iyi olur. Büyük rağbet gören yeni modellerde hızı artırmaya ve kapasiteyi genişletmeye yarayan işletim sistemi ‘iOS 8’ eski modellere de yüklenebilir hale gelecek. Hem de bugün (17 Eylül)...  ‘iOS 8’ işletim sistemini mevcut iPhone’larımıza yüklediğimizde şimdiye kadar çoğunu beğenerek kullandığımız temel iPhone uygulamaları hem daha iyi çalışacak, hem de birbiriyle daha iyi anlaşacakmış...

Apple yeni işleticiyle iMessage’ın kullanımını daha yaygın ve kolay hale getirerek WhatsApp ve Google’un Hangouts uygulamalarını çöpe atmamızı amaçlıyor.

Eğer benim gibi evde de Mac kullanıyorsanız, onun yeni devreye girecek Yosemite işletim sistemini yüklediğinizde, mevcut eski iPhone’nuzla masaüstü bilgisayarınızın tam bir uyum içerisine girdiğini göreceksiniz.

Apple’ın vaadi bu.

Cep telefonumuzu arayan kişilerle masamızın üzerindeki bilgisayarda çalışmaya devam ederek konuşabileceğiz; cep telefonu odanın çok uzak bir yerinde olsa bile... Mac’in ekranında çalıştığım herhangi bir sayfa veya metni, iPhone’umu şöyle bir sallayarak, telefonumun ekranında görüp orada çalışmaya devam edebilecekmişim.

Gördünüz, iPhone 6 veya iPhone Plus almak gerekmeden de onlardaki üstünlüklerden yararlanılabiliyor...

Ne yapacağım, almayacak mıyım yeni çıkan modelleri?


Deli misiniz siz?

Kimin eli kimin cebinde, bilen var mı?

Kimin eli kimin cebinde, bilen var mı?

‘Cihadcı John’ mu diyorlarmış kafa kopartan IŞİD’liye, yoksa ‘İnfazcı John’ mu? İşte bu yazının ilham kaynağı o... Daha doğrusu, onun üçüncü kafa koparma eylemi sonrasında, bulunduğum bir dost meclisinde, “Ne malum bu adamın ajan olmadığı” diye bağırmamın yarattığı şaşkınlık...

Bir dostum, “Sen yıllar önce, Ortaköy’e kadar gelip tam saatin altında poz vermiş birinden söz etmiştin, onun gibi mi?” deyince...

Oturup bu yazıyı yazmam farz oldu.

Adam yine oranj renkli giysiyi üzerine geçirdiği birini boğazladı. Üçüncü kez. Boğazladığı son kişi, insan hakları konusunda çalışan bir İngiliz gönüllüymüş. Önceki iki kurbanı ise Amerikalı gazetecilerdi. Önce Batı-karşıtı bir dizi yaveyi muhteşem İngiliz aksanıyla sıralıyor ‘İnfazcı’, sonra da elindeki kasaturayla...

Korkunç bir görüntü...
 
Herhalde dünyanın dört bir tarafında izlenen infaz videolarının yaptığı İslâm tahribatını, zamanında dört Haçlı Seferi başaramamıştır...

Baştan aşağı siyahlar giymiş, yüzü de maskeli aynı kişi tarafından kafası kesilmek üzere dördüncü bir kişi daha ayrılmış...

Sesinden tanıdılar adamı; İngiltere’de rap müziği yapan biriymiş... Vaktiyle Üsame bin Laden’le yol arkadaşlığı yapan babası Mısırlıymış; kendisi İngiltere’de doğmuş, okumuş, yaşamış... Zihinler, “Babasına bak, oğlunu al” eşitliği kurmaya hazır zaten...

İşte dost meclisinde bu kişinin ‘ajan’ olabileceğini söyledim ben...

Hatta bir adım daha ileri gidip, infazların, sanıldığı gibi Irak veya Suriye’nin bir yerinde değil, Londra’da veya New York’ta bir stüdyoda çekilmiş olabileceğini de iddia ettim. Görüntüler böyle bir yakıştırma yapmaya müsait çünkü...

İşiniz yoksa bu gece, (16 Eylül’ü 17’ye bağlayan salı gecesi) sabaha doğru saat 04.00’da televizyonunuzun karşısına geçip CNN International’da ilk kez gösterilecek ‘My Life Inside al-Qaeda for the CIA’ (CIA adına içine girdiğim el-Kaide’de geçirdiğim günler) adlı programı izlemenizi tavsiye ederim.

ABD’de yaşayanlarınızın işi kolay; çünkü program orada akşam 21.00’da gösterilecek...

Programın merkez aldığı kişinin adı Morten Storm; Murad Danish adıyla da tanınıyor. Vaktiyle boks ve motosiklet sporları yapmış iri yarı bir Danimarkalı bu. Defalarca hapse girmiş çıkmış, bir yerlerde İslâm ile tanışıp müslüman olmuş... Öyle sıradan bir müslümanlık değil oninkisi; yolu Üsame bin Laden ile de kesişmiş... Yemen’de yaşayan Amerika doğumlu el-Kaide’nin Ortadoğu’daki en lideri Anwar al-Awlaki’yi öldürülmeden (2011) önce gören son kişilerden biri...

“Onu benim sayemde öldürebildiniz, başına konan beş milyon dolarlık ödülü ödeyin” diye CIA’ye fatura çıkarmış Storm; parayı alamayınca CIA (Amerikan), MI6 (İngiliz) ve PET (Danimarka) istihbarat örgütleriyle ilişkilerini CNN’in iki muhabirine anlatmış...

Şu yakınlarda çıkan ‘Agent Storm: My Life Inside al-Qaeda and the CIA’ (Atlantic Monthly Press yayınları) adlı kitabı yazmakla yetinmemiş, hikâyesinden Nic Robertson’un sunacağı ‘özel programı’ da çıkarmış iki CNN’ci: Paul Cruickshank ile Tim Lister...

Merakınız uykunuza galip gelirse, bu gece onu izleyebilirsiniz...

CIA, MI6 ve PET ajanlarıyla görüşmelerini kayda almayı, onlar adına yaptığı bütün casusluk eylemlerinin belgelerini toplamayı ihmal etmemiş Storm... Afganistan’da, çeşitli Arap ülkelerinde ve özellikle Yemen’de ayak izlerini bırakmış. Awlaki, öldürülmeden kısa süre önce, “Bana bir Avrupalı avrat bul” dediğinde, yeni müslüman olmuş bir Hırvat kadını Yemen’e kadar götürüp kendi eliyle Awlaki’ye teslim etmiş...

Kitapta, Awlaki’nin eş namzedine gönderdiği video ile CIA’nin bu operasyon için kendisine yaptığı 250 bin dolarlık ödemenin görüntüleri kuşkuculara kanıt olarak sunuluyor; daha nice kanıtla birlikte...

2007 yılından beri çok-yönlü casusa döndürmüş kendini Danimarkalı Morten...

Hayat öyküsünde İnfazcı John ile kesişen o kadar çok yön var ki...

“Peki ya Ortaköy’de çekilen fotoğraf?” diye mi sordunuz? O bir başkasıyla ilgili. Onun adı da Dawud Salahuddin...

Joseph Trento’nun ‘Prelude to Terror: The Rogue CIA and the Legacy of America’s Private Intelligence Network’ adlı kitabında karşılaşmıştım kendisiyle. Kitabın en ilginç bölümleri, 1979 yılında İranlı öğrencilerin Tahran’daki ABD büyükelçiliğini basıp çok sayıda Amerikalı diplomatı rehine almaları sonrası pazarlıklarla ilgili bölümler...

David Belfield’in (Dawud yani) yolu İstanbul/Ortaköy’e kadar uzanmış...


İlginç öyküler bunlar...

Yeniden başlarken --- Bir süre önce ortalıktan kaybolan Taha Kıvanç yeniden sizlerle...

Yeniden başlarken...

Taha Kıvanç'ı aslında tanıyorsunuz; ya da hiç değilse çoğunuz tanıdığınızı düşünüyorsunuz... Neredeyse çeyrek asırdır ya yazdıklarımı bizzat okudunuz, ya da hakkımda yazılanları...
Sevenim de var, sevmeyenim de...
Bir süredir ortadan çekilince nereye gittiğimi merak edenleriniz olduğundan elbette haberdarım. Hiçbir yere gitmedim, daha önce neredeysem yine oradayım; sadece bir süreliğine kenara çekilmeyi uygun gördüm.
Artık yine birlikte olacağız. Burada. Epeydir ihmal ettiğim not defterimin sayfalarında.
Sadece yazacaklarımı gerçekten çok merak edenlere kendimi açık tutarak.
Hangi sıklıkla karşınızda olacağımı şimdiden söyleyemem. Ancak, hergün Twitter üzerinden beni takip edenlere ulaştırdığım 'Deneme' adını taşıyan yerli-yabancı medya seçmelerimin bir parçası olarak haftada birkaç kez kendimi sizler için ulaşılabilir kılacağım.
Ne mi yazacağım? Her şeyi...
Merakınızı gidermek için sadece bir gün daha bekleyeceksiniz.